Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Nisan 2011

Öyle bir geçer zaman ki...






Zaman gerçekten öyle bir geçip gidiyor ki...

Yaşla mı ilgili, bilmiyorum.

Sanki yaşadıklarımı başka biri yaşıyor gibi...

Ben izliyorum sanki.



Hepimizin önünde yaşamsal planlar var...

Kendimizle, işimizle, çocuklarımızla, ailemizle ilgili.

Heyecanla belki endişeyle bekleşiyoruz. Belki beklemiyoruz, sükûnet içindeyiz.

Hepsi tek tek gerçekleşecek…

Bir bakacağız olmuş bitmiş…

Çocuklar büyümüş, hedeflere varılmış ya da yolda kalınmış...

Vakit geçmiş, bir şeyler olmuş.

Ve biz yaşlanmışız.



Tadına vararak yaşamak, her anını anlamlandırmak...

Belki yaşamın bu hızını kabullendirebilir.



Gençken yapacak çok şey var! Ama yanında yapmamak için bir dolu sebep.

Şımarıklıklar, burun kıvırmalar, mazeretler, hemencecik öfkelenmeler ve moral bozuklukları ile geçip gidiyor zaman. Geçip gidiyor önümüzden.

Bu gidişe öylece bakıyoruz. Hiçbir şey yapmadan, öylece bakıyoruz sadece.



Gençken yapacak ne çok şey var!

Ama yapmıyoruz.

Yaşlanınca da yapacak çok şey olacak ama "yapamayacağız"

Biri demişti; ruhum genç, her şeyi yapmak istiyor ama bedenim bana ihanet ediyor, yapamıyorum.

Hareket kabiliyetimiz sınırlanıyor bir kere.

Yolda bazen ürkek, minicik, bebek adımlarıyla yürüyen yaşlı kadınlar, adamlar görürüm...

İşte o anlarda içime bir coşku gelir, şükrederim defalarca; yürüyebiliyorum, istersem koşabilirim. Nereye gitmek istersem gidebilirim. Bir cesaretleniyorum yaşamaya...

Yükseliyorum...

Ama yükselmek için aşağıdaki birini mi görmek lazım ki?



Bazen diplere düşüyoruz ya…

Bir daha hiç çıkamayız, kimse, hiçbir sebep bizi o kuyudan çıkaramaz gibi gelir ya…

Belki öyle anlarda neler yapabileceğimizi düşünmek iyi gelir?

Sağlıklı olduğumuz için, vaktimiz olduğu için, paramız olduğu için, tüm uzuvlarımız eksiksiz çalıştığı için, hayatımızdaki sevgili insanlarımız için, bizi mutlu eden ne varsa onlar için...

Çıkar mıyız o karanlık dipsiz kuyulardan?



Denemek lazım.

Teslim olmamak lazım.

Kontrolü elden bırakınca içimizdeki bizi öyle pek de sevmeyen öbür biz, meydanı boş bulup çıkıyor, hakkımızda ağza alınmadık laflar ediyor, özgüvenimizi zedeliyor, var olan durumu iyice dramatize edip, elimizi kolumuzu bağlayarak çözümsüzlüğe inandırıyor.

Gözümüzdeki ışığı üfleyip söndürüyor zevkle...

O kötü biri.



Ona inanmayı seçebiliriz elbette. Desteklendiğini bilerek daha da coşacak, sizi o dipsiz kuyunun altındaki dibe çekmeye devam edecek büyük bir iştahla.

Sonunda da derin mutsuzluğunuzdan mutlanarak, sizi melankolinizle baş başa bırakıp çekip gidecek.

Artık siz odalara mı kapanırsınız, uyur musunuz, ağlar mısınız, bağırıp çağırır mısınız, doktorlara mı koşarsınız, ilaçlara mı sarılırsınız, orası onu ilgilendirmez. O kendine düşeni layığıyla yaptı.

O arada ne oldu? Er ya da geç sonlanacak ömrünüzün bilmem kaç saati ya da günü aktı gitti.

Karanlık.



Birkaç gün kalsa ömrümüz, o ”kötü biz’e” teslim oluşumuza yanar mıyız sizce?

Hani o mutsuzlukla bozuk para gibi harcadığımız saatlerimiz, günlerimiz ömrümüze eklenemeyecek ya, gitti gider ya…



Yaşamak bir garip geliyor bana bazen.

Oyun gibi. Yiyoruz, içiyoruz, yatıyoruz, kalkıyoruz, güneş doğuyor, gece oluyor, yaz geliyor, kış geliyor kavga ediyoruz, eğleniyoruz, ağlıyoruz, gülüyoruz. Bir dolu zıtlık, bir dolu uyum bir arada bir şeyler yapıp duruyoruz. Geri sayım devam ediyor o arada...

Aslında çok cesur olduğumuzu düşünüyorum bir de. Yani günün birinde hepimiz gideceğiz buralardan... Ne zaman ve nasıl bilmiyoruz ama yine de yeni güne korkusuzca uyanabiliyoruz.



E, n’apayım yani?

N'apalım?

Kendi egemenliğimizi ilan edelim o zaman...

Yaşamın içine yayılalım iyice.

İçimizdeki o kötü sesli, kötü kalpli, çirkin, yaramaz, şımarık, tatminsiz ve bizi hiç ama hiç sevmeyen, bizim için minicik bir iyilik düşünmeyen “biz”e bir sağ, bir de sol kroşe çakalım:-)

Düşsün yakamızdan, sussun, bizi sevmeyi denesin azıcık…

Yapamıyor mu? Bırakın kendi haline, sökün atın, defedin gitsin diyemiyorum, çünkü bir yerlere gidemez kendisi, sizin bir parçanız ya, o bakımdan.

Yapacağımız ne? Ona iyi olmayı öğretmek belki.

Ya da asıl biz'e, iyi olan biz'e, bizi sevmesi, sayması, özen göstermesi, dinlemesi, yol göstermesi, sakinleştirmesi ve çok ama çok sevmesi için izin verelim. Ona bırakalım meydanı, başımızın üstüne çıkaralım. Gözünün içine bakalım. Bırakalım biri teslim alacaksa bizi, o alsın. Ona ellerimizi kaldıralım, tamam, sana teslimim, al beni, ne yaparsan yap, diyelim.



O'dur bizi pamuklara sarıp iyileştirecek olan. Hastalanmamıza bile izin vermeyen, bize, hep o yaşlı amcaların, teyzelerin, minik, bebek, ürkek adımlarını gördüğümde gelen yaşam enerjimizi verecek olan.



İçimize bir iyi, bir kötü biz var.

Bir yazımda biz üç kişi yaşıyoruz; ben, keyfim ve kâhyası, demiştim.

Son zamanlarda dördüncü kişiyi fark ettim. Hani o kötü olan.

O hep oradaydı da ben şimdi fark ettim. Kodladım, etiketledim, şekillendirdim.

Hiç güzel değil o.

Güzellik seviyorum oysa her yerde, her şeyde...

E, o zaman ne işim var ki onunla?

Bire karşı üçüz şu anda.

Beni teslim almaya çabaladığında size yazdıklarımı hatırlayacağım ben de...



Hayat geçip gidiyor.

Baş döndürücü bir hızla.

Gün bitiyor, hafta bitiyor, ay bitiyor, yıl bitiyor…

Hayat bitiyor.



Gün gelecek yaşlanacağız.

Yapılacaklar, yapmak istediklerimiz olacak ama biz "yapamayacağız."

Takatimiz olmayacak, ağzımızın tadı olmayacak, ruhumuz ayakta olsa bile bedenimiz yarı uykulu bize ihanet edecek.



Annem, ben diyet yaparken şunu demişti; “Kızım dişiniz kesiyorken yiyin.”

Dişimiz kesemeyecek zamanı gelince, bizim olmayan dişlerimiz olacak ağızlarımızda, gençken kütür kütür dişlediğimiz elmalardan aynı tadı alamayacağız. Dişlerimiz elmaya yapışıp kalacak belki de:-)



Aklımıza düşeni anında hayata geçiremeyeceğiz, kolumuzu bacağımızı istediğimiz, içimizden geldiği gibi oynatamayacağız; gözümüz keskinliğini yitirecek, ne uzağı, ne yakını adam gibi göremiyor olacağız; kafamızın üstünde, boynumuza asılı, başucumuzda, çantamızda, oramızda buramızda dünyayı net görebilmek için bir dolu yedekli gözlüğümüz olacak...



Saçlarımız dökülecek, boyumuz kısalacak, derimiz kırışacak, damarlarımız görünecek dışarıdan, bakışlarımız buğulanacak.

Nasıl bir bakış açısıysa bu yaşlılığa:-)

İsterseniz sizi yaşlandırmayalım Nuray'cım, diyen ilahi bir ses duyacağım az sonra, göreceğim günümü :-)



Tamam, yaşlanmak da güzel diyeceksiniz, bir dolu şeyi aşmış bitirmiş, huzura ermiş olacağız falan. Ama bir kulübe gidip dans edemeyeceğiz mesela…

Evde oturup çocuklarımızın ziyaretini bekleyeceğiz. Torun torba seveceğiz.

Geçmiş gitmiş günlerimizi en ince ayrıntısına kadar hatırlayacağız.

Sabahın köründe uyanacağız. Zaman geçmeyecek, gün bitmek bilmeyecek. Tavuk gibi erkenden uyuyacağız. Hatta televizyonda bir şeyler izlemeye çalışırken uyuklayacağız, içimiz geçecek, hadi yatağına geç dendiğinde; uyumuyorum, gözümü dinlendiriyorum diyeceğiz:-)

Tiyatroya sinemaya gitmeye cesaret etmişsek, karanlık ya, gönlümüze göre uyuyacağız. :-)

Belki nasılsın dendiğinde, nasıl olayım, gün dolduruyoruz işte, diyeceğiz...

Günlerimiz, gün doldurmakla geçecek, tatsızlaşacak, artık bitsin diyeceğiz belki.



Yok, ben bu yaşlılıktan çekeyim elimi.

Hiç iyi tarafını bulamadım:-)

İçimdeki kötünün işi bu kesin.

Yaşlılarınız size yaşlanmanın iyiliklerini söyler kesin. Vardır mutlaka iyi tarafları da.

Ben de yaşlanayım isterim.

Tüm yazdıklarımı yaşayayım.



Annem hastalanmadan önce yaşlanmakla ilgili takıntılarım vardı. Otobüste, yolda, orada burada yaşlı insanları incelerdim çaktırmadan. Nasıl damarlar çıkmış, off, cildi kırışmış, ay bu benekler de neyin nesi, saçlar da gitmiş. Durup durup soru sorayım isterdim onlara. Yaşlanınca hayat nasıl görünüyor oradan? Ne yapmak lazım gençliği mutlu geçirmek için?

Bakın ben gencim, hadi söyleyin, ne yapayım?

Bir dolu deli saçması düşünce…



Annem hastalandı.

Durum ciddi. Doktorlar çok geç falan diyor. Yapılacak bir şey yok.

Nasıl yani, nasıl yani, diye şaşakalıyorsun...

Annemin yaşı falan silinip gidiyor. Yaşamak ve sağlık çıkıyor gün yüzüne.

Ve sonra gördüğün her yaşlı insan için şunu düşünüyorsun;

Ne şanslı, bu yaşa kadar sağlıkla gelebilmiş...

Ne şanslı, ne şanslı...



Ben de, siz de şanslılardan olalım.

Yaşlanalım, buruşalım, kısalalım, gözlerimiz birbirimizi seçemesin ama yaşayalım.

Tadını çıkara çıkara hem de.

İçimizdeki bizi, keyfimizi ve kâhyasını baş tacı edelim.

İçimizdeki kötünün hakkımızda ya da hayatımızdaki olaylar ya da kişilerle ilgili söylediklerine gülüp geçelim.



Elimizde ne varsa bizi mutlu eden, yatıp kalkıp şükredelim.

Şükrettikçe sadece bizi mutlu edenleri görelim, bayan kötü çekilsin köşesine, bizi bir daha mutsuz edemeyeceğini anlasın, haddini bilsin...

Sevelim, sevildiğimizi hissedelim, sevdiğimizi hissettirelim.

Çözümsüz hiç bir şeyin olmadığını bilelim.

Olan ya da olmayan her şeyin bizim için hayrı olacağını düşünüp, olmayan şeyler için üzülmeyelim.

Genişleyelim, geniş geniş, ferah ferah bakalım.

Dapdar alanlara hapsetmeyelim düşüncelerimizi, hislerimizi, davranışlarımızı.

Ne olacaksa oluyor, ne olmayacaksa olmuyor.

Elimizden geleni yapıp durmayı, susmayı, beklemeyi bilelim.

Teslim olalım sakinliğe, huzura...



Yaşamak da yaşlanmak da, hızla geçen zaman da bize değmeyecek o zaman.

Söylenmeden, üzülmeden, kırmadan, kırılmadan, mutlulukla bitireceğiz yolculuğumuzu.

Yaşama sıramızı devrettiğimiz çocuklarımız devam edecek bu döngüye.

Onlar bari bizim sükûnetimizi alsınlar da ne geliyorsa onu yaşasınlar.



İyi yaşayalım, iyi yaşatalım.

Ömrümüz sağlıklı olsun.

Ruhla, bedenle.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...